27 Temmuz 2015 Pazartesi

Wang Wang

Londra'daki son günümde sabah 09:30’da Blackfriars’dan Victoria’ya, oradan da Southern Railway aracılığıyla Gatwick’e geçtim. "Vakitli gittim, valizim de kabin valizi, kahvaltıyı orada ederim" dedim ama sırayı görünce kahvaltının hayal olduğunu anladım. Valizi x-ray’e verdikten sonra her yerinizi gören silindirik dev bir vücut x-ray’ine giriyorsunuz. Sıra bana geldiğinde, polis “sen geç” dedi ve beni o silindire sokmadan geçirdi. Yine de sonrasında kabin valizlerini aşırı detaylı taradıkları ve %90 insana açtırdıkları için epey sıra bekledim.

Son gecemde dönmenin huzursuzluğundan mıdır bilinmez iyi uyuyamamıştım. Uçuş boyunca kişisel tüm rekorlarımı kırarak sanırım 2 saat uyumuşum. Yanımdaki İngiliz kızın binbeşyüz adet kıyafetinden biri koluma sürtününce uyandım. Bir insan bu havada hem hırka hem şal hem kaşkol hem de her tarafından binlerce tüy, ip vs sarkan her bir şeyi üstüne niye giyer? Kime ne normalde ama hepsi ayrı bir noktamdan bana sürtünüyor!

Akşamsa İKSV Müzik Festivali’nin kapanış konserine iki kişilik biletim vardı. Konser Borusan Filarmoni ve piyanist Yuja Wang. Asla kaçırmak istemiyordum. Sabah Pelin’le mesajlaşmış ve birlikte gitmeye karar vermiştik. Tek ki ben Sabiha’ya indikten sonra Taksim’e, daha doğrusu Lütfi Kırdar’a yetişebileyim.
Pelin'in çektiği karelerden oluşan gif'imiz.
Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, 29 Haziran 2015, İstanbul

Konser 21:00’da başlıyordu. Uçağım 12:40. Saat farkı nedeniyle Sabiha’ya iniş 18:35. Havataş’la Taksim’e geliş süresi dualara kalmış tabii. Neyse ikide bir “Ne zaman kalkar?” diye soruşumdan herhalde “Nereye yetişeceksiniz hanımefendi?” diye soran Havataş’ın şoförü inanılmaz hareketlerle 20:30’a doğru Taksim’deydi. İnsanımızın bu halden anlayan hallerine bayılıyorum. İnerken de “iyi dinletiler” diye uğurladı beni sağ olsun.

Yuja Wang'in sihirli parmakları.
Elleri örümcek maşallah.
Malum eve gidip üst baş değişecek süre kalmamıştı, valizi sürükleyerek 15 dakikada Lütfi Kırdar’a vardım. Şık şıkırdam insanların içinden spor kıyafetlerle geçerek fazlalıkları vestiyere bırakıp Pelin’i beklemeye koyuldum. Ben orada sandviç kemirirken, o da Nişantaşı’nda güzel yemeğini yeyip aheste bir şekilde konser alanına ulaştı. Kapıda biraz sohbetten sonra salonda yerlerimizi aldık. Yerimiz güzeldi ama Yuja Wang daha bir güzeldi.
İstanbul Müzik Festivali Kapanışında Yuja Wang ve BİFO Konseri. Fotografları Pelin çekti.
Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, 29 Haziran 2015, İstanbul


O nasıl bir çalmaktır, hep okuyordum kendisi hakkındaki yorumları ama cidden büyük yetenekmiş. Gösterişli kıyafeti ve üzerinde dikkatle yürüdüğü topuklularla sahneye çıktı. Tüm programı ezberden çaldı. Son derece sempatikti.

28 yaşındaki Çinli virtüöz piyanistin ellerini takip etmekte zorlandık. Orkestra üyeleri de onunla çalmaktan ötürü mutlulardı, hepsinin yüzlerinden okunuyordu. Hele davulcunun 32 dişi ve tüm vücuduyla davulu tokmaklama usulü, bizi gül gül öldürdü diyebilirim.

Profesyonel seviyeye 2007 yılında daha 20 yaşındayken Boston Senfoni Orkestrası’yla verdiği konserle yükselen Yuja Wang şu an uluslararası otoritelerin kabul ettiği, dünyanın saygın şef ve orkestralarının aranan solistlerinden biri.
Yuja Wang'in farklı bir konserdeki kıyafet tercihi de iddialı.
Arkadaki müzisyenlerin onu süzüşü de kareye girmiş, e o kadar olur.
Yalnız ayakkabı büyük gelmiş. Aslında Alexander Wang tercih etse daha iyi olur.
Wang, Sascha Goetzel yönetimindeki Borusan Filarmoni (BİFO) eşliğinde piyano repertuvarının zorlarından Prokofiev’in 2 numaralı sol minör piyano konçertosunu çok güzel yorumladı. Piyanoda hem derin hem de ferah, taze bir yorumu var diyebilirim. Prokofiev bu konçertoyu solo piyano için son mektubunu kendisine yazıp intihar eden bir arkadaşına yazmış. Wang, eserin bu anlamdaki lirik havasını da güzel verdi diye düşünüyorum. Konçertonun bazı bölümleri ciddi zorlukta, öyle ki Prokofiev’in kendisinin dahi çalmakta zorlandığı söylenir. Aşağıdaki çekimde dakika 11:20’den sonra Wang’in parmaklarının nasıl delirdiğini görebilirsiniz. Bu bölüm konçertonun 2. bölümü (vivace). Bence dakika 21:35’ten sonraki 4. bölümü (allegro tempestoso) de dinleyin, favorim. Fagot çok severim, buradaki fagotlar da çok iyi.


Konserin ilk bölümü böylece sonlanırken, Wang o kadar çok alkış aldı ki dört kez sahneye geri çağrıldı ve iki defa bis yaptı. Biste çaldığı Mozart’ın Türk Marşı’na inanılmaz hoşlukta caz yorumları kattı. Dinleyici kelimenin tam anlamıyla mest oldu. Salon yıkılınca tekrar geldi ve George Bizet'den Carmen Habanera çaldı. Önceki farklı bir Türk Marşı performansını buldum, Wang bunu kendisi aranje etmiş olsa gerek…


Konserin BİFO’lu ikinci yarısı başladığında ise salonda aşırı derecede havasızlık söz konusuydu.  Çevremizdeki en az beş sıra insanın da ellerindeki program notlarını yelpaze olarak kullanmak durumunda kaldığını fark ettik. Bana göre İKSV, festival kapanış konserinin ikinci yarısı için zor bir program (Ottorino Respighi'nin Roma Üçlemesi (Roman Trilogy)-Roma’nın Çeşmeleri, Çamları ve  Festivalleri) seçmiş. Dinlemesi de konsantrasyon isteyen bu bölüme yoğun sıcak ve havasızlık ilave olunca, konser sona ermeden salonu terk eden katılımcılardan da destek bularak Pelin’e çıkmayı teklif ettim (İlk kez böyle bir şey yapıyorum.). Bir anda ışık hızıyla salonu terk ettik. Böylece konserin yaklaşık son 10 dakikasını dinleyememiş olduk. O nasıl bir sıcaktı ya? Lütfi Kırdar gibi sayılı salonlarımızdan birine yakışıyor mu?

Konser sonrası taksilere atlayıp evin yolunu tuttuk. Eve vardığımda saat 11:30’u geçiyordu. Ertesi gün işe başlayacağımdan yatağa attım kendimi. Londra’dan ayağımın tozuyla Yuja konserini kaçırmadığım için mutlu bir şekilde uykuya dalmışım.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Sokak ve Sütun

Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra.
Son günümde Rıfat, Greenwich programı yapmıştı ama V&A Müzesindeki özel müzikal etkinliği kaçırmak istemediğimden şehirde kalmayı tercih ettim. Sabahtan da Banksy’yi de ünlü eden ve grafiti tüneli tabir edilen Leake Street’e gidecektim. Banksy Tunnel diye de geçiyor burası.
Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra.
Sprey boyayla bu kadarı nasıl yapılabiliyor, hayret doğrusu...


Canım kahvaltı etmek istemiyordu, o yüzden elmamı kemirerek Thames kenarından gitmeye karar verdim, zaten harita evden birkaç kilometre uzaklıkta gösteriyordu. “İyi, yol kolaymış kafama yazdım nasılsa” diyerek harita marita almadan çıktım. Tabletteki offline haritayı kullanıyorum genelde, onu da almayım dedim, malum bir şey taşımakla aram hiç iyi değil.
Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra. Bu Minililer gelmiş, park etmiş, tadını çıkarıyorlardı tünelin.
Bence sanatsal bir fotografa imza atmışım, beğendim bunu kendi kendime.


Waterloo’ya yaklaşırken bir baktım haritanın tarifi ile uyuşmuyorum; otobüs durağındaki bölgesel haritadan inceleyim dedim ve boş gözlerle “Leake, nerede bu Leake, başlayacağım haa” diye söylenirken, arkamdan bir ses geldi: “How can I help?”. Üstüme alınmadığımdan arkama dönmedim. “Miss, what are you lookin at?” Artık “Bu bana diyor” diyerek bir zahmet döndüm ki elinde cigarası kasketli yaşlı bir dede bana bakıyor, yetmiyor suratıma dumanını üflüyor. “York Road” dedim. “Oh York Road, ok, but where are you going, exactly?” Bazen sabahları pek bir bet oluyorum, halbuki niye Leake’e çıkan ana yol York’u söylüyorsun ki? “Going to the Graffiti Tunnel.” deyince, başladı dumanlı dumanlı anlatmaya. “Anladım, çok teşekkür ederim” diyerek yürümeye başlamıştım ki “Heea resimlere mi bakacaksın oradaa?” dedi. “Evet, ne yapabilirim ki başka, geriatrii” diyecektim neredeyse. “Yees, I will, thanks again” diyerek yola devam edebildim. Az kalsın cigara ikram edecekti. Bayağı iyi oldu ama yardımcı olması.
Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra. Üstteki adam büstüne dikkat, çok başarılı.
Tünele vardığımda, birkaç sanatçı çalışıyordu. Bizdeki grafiticiler gizli kapaklı çalışırken bunlar Pazar sabahı açıktan açığa duvar boyuyor. Hangi duvara bakacağımı şaşırdım. 
Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra.

Sokak sanatında son nokta bence burası. Birbirinden renkli ve birbirinden güzel mesajlar içeren yüzlerce grafiti bana bakıyordu. 
Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra.
Ot, çöp, cigara içmeyin derim ben.


Artık yer yetmemiş crosslama yapmışlar (üst üste boyama). Ben oradayken de aşağıdaki resimde görebileceğiniz gibi şahane bir desen, üzerine yeni bir çalışma yapılmak üzere siyaha boyanıyordu.
Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra. Nasıl kıydın o güzelim Picassovari desene?
Üzerine yaptığın şey sanki ondan güzel, yazı olayı bitti grafitide, kendini biraz geliştir bebişim.

Grafiti Tüneli, Leake Caddesi, 28 Haziran 2015, Londra.
Uçuş denemelerim için bu duvarı kullanayım dedim, adeta bütünleştim. Uykuluydum, açıldım.


Bizim ülkede tabii yer çok, bu grafiticilere de yer lazım. O yüzden ülkemize gelip orayı burayı boyayan turist grafitici çok. Ancak yaptıklarına o anda baktınız baktınız, ertesi gün bizim yereller de onu boyuyor! Bu nasıl bir mantıktır anlayamıyorum. Misal, geçen ay dünyaca ünlü Fransız fotografçı ve sokak sanatçısı JR’ın “Wrinkles of the City” (Şehrin Kırışıklıkları) Projesi kapsamında Fatih Belediyesi’nin desteği ile yaptığı eserin üzeri boyanmıştı.
JR'ın İstanbul'daki sokak sanatı örneklerinden birinin üzeri boyandı, Haziran 2015, İstanbul.
Fatih Belediyesi 'Valla o biz değiliz' diye açıklama yapmıştı. Olan gür kaşlı portreye oldu.

Wrinkles of the City, Los Angeles’tan Berlin’e dünya çapında bir sanat projesi. JR, projenin son ayağı olarak İstanbul’u seçti. Amaç, o şehirde yaşayan yaşlı halkın fotograflarını dev ölçeklerde sokağa taşıyarak, yaşlanma sürecinin hem insanların hem de şehrin kimliğini nasıl etkilediğini göstermek. Dünyanın hiçbir yerinde böyle aktivist eserlerin başına bizdeki gibi şeyler gelmiyor olsa gerek. Yani her yönden romaneskiz!

Leake Caddesi çok güzel ama bizim sokak sanatçılarının da altta kalır yeri yok. Favorim Leo Lunatic takma adıyla çalışan sokak sanatçımız… Esenler'deki mahalle arkadaşlarıyla grup halinde duvar boyayarak baslamış, ilk ilhamını ise izlediği Beat Street adlı filmden almış. Taksim civarında kızgın pandalarını görmüşsünüzdür. Eskilerden bir Leo Pandası resmi paylaşayım.
Bir kış günü Beyoğlu’nun ara sokaklarında, 22 Şubat 2014, İstanbul. Fotografı Melih çekmişti.
Leo'nun bu yıl Campaign TR Dergisinin JR ekine özel yaptığı çalışmayı çok beğendim, helal! Neyse bu çalışmada panda cigara içmiyor. Bence isabetli olmuş derginin hedef kitlesi açısından... Duyarlı çocuk Leo.
Leo bu pandayı 3 saatte boyamış Dergi mekanının duvarına.
Boğazkesen’den inerken, 14 Temmuz 2013, İstanbul. Bunu da Melih çekmişti.
Bu tarzlar da hoşuma gidiyor. Baksanıza, hopbidi hopbidi takılıyorlar duvarda. Hoppiii, bombacıklar, bombacıklar!



Neyse Londra’ya dönersem, Leake'te sokak sanatı seansı sonrasında Viktorya ve Albert’te rezervasyon yaptırdığım, o gün de son günü olan etkinliğe gitmek üzere Waterloo’dan metroya atladım. V&A kalabalıktı. Görevlilere sora sora 46A galerisini buldum. Müze o kadar büyük ki, görevliler her bölgeyi bilmiyor. Müzenin mimari bölümlerinden biri olan 46A’ya girdiğinizde kendinizi bir açık hava müzesinde gibi hissediyorsunuz, tavan o kadar yüksek ve eserler o kadar devasa ki insanlar kafa yukarıda gezerken birbirine çarpıyor. Kokartlı müze görevlilerini görünce o yöne ilerledim. Yaklaşık 18 metre yüksekliğindeki bir sütunun önünde duruyorlardı.
V&A Müzesi, 28 Haziran 2015, Londra. 46A Cast Courts'dayım. Devasa objeler, lahitler, sarkıt dikit, kapılar.



Etkinliğin adı Inside Voices. Deneysel bir çalışma. İçeriği şöyle: Viyolonsel sanatçısı Liam Byrne, sanatçı, dinleyici ve mekan arasındaki dinamikleri Barok müziği eşliğinde deneyimlemek için meşhur Trajan Sütunu'nun içinde kişiye özel bir konser veriyor. Yaklaşık 5 dakika süren performans kaydediliyor ve her katılımcıya kişiselleştirilmiş bir edisyon posta ile gönderiliyor. Sanatçı güzel düşünmüş, bir tasarım müzesi ile ortaklaşa yapılabilecek süper proje. Ayrıca, sanatçı olarak kendisinin ve Müzedeki en önemli parçalardan birinin tanıtımı için de yararlı.
Dökme alçıdan Trajan Sütunu, V&A Müzesi, 28 Haziran 2015, Londra. Roma'daki gerçeğinin yaşı 1900 yıldan fazla!


Buradaki Trajan Sütunu, Roma'daki orijinalinin dökme alçıdan birebir replikası. Müzenin açıldığı 19. yüzyılda yaptırılmış. Amacı da klasik dünyanın bu ikonik eserini, ögrenciler ve Roma'ya gidip orijinal sütunu görme imkanı olmayanlar için erişilebilir kılmak. Bu memleketteki bu anlayışın hastasıyım.

MS 113'te yapılan orijinal sütun 38 metre, Müzenin tavan yüksekliği ise 25,5 metre olduğundan, sütun iki parça halinde sergileniyor. Üzerindeki rölyefler ise Roma İmparatoru Traianus'un Daçya Savaşı'nı anlatıyor. Bugün Roma'da hala ayakta olan sütun, açık havada zarar görmüş ve üzerindeki birçok rölyef silinmiş durumda. Oysa V&A'deki döküm 19. yüzyılda alındığından birçok detayı saklıyor. Müzenin yaptığı bu yönden de insanlığa bir armağan.
Trajan Sütunu'nun içinde bana özel konserdeyim, çelloda Liam Byrne. Teşekkür ederim Liam.
V&A Müzesi, 28 Haziran 2015, Londra.


Görevli sıranın geldiğini haber vererek bana eşlik etti ve başımı eğerek sütuna girmemi sağladı. İçerisi karanlıktı. Liam taburesinde çellosunu almış bekliyordu. Bir süre benim için ne çalacağını düşündü. Sonra bana şöyle bir baktı ve 18. yüzyıl Georg Philipp Telemann'dan bir sonat çalmaya karar verdi. Taban çapı 3,5 metre civarında olan sütunun içinde gözlerimi kapatıp kendimi bu olağanüstü akustiğe bıraktım. Ses, sütunun içinde inanılmaz derecede etkileyiciydi ve kalbimde hissedebildim.

Performans sonrası biraz sohbet ettik, fikrin tamamen kendisine ait olduğunu ve bunu dinleyicilerle paylaşmanın onu çok heyecanlandırdığını söyledi. Çellonun piyanodan sonra en sevdiğim enstrüman olduğunu söyledim. “Çellonun insan sesine en yakın alet olduğuna dair bir tevatür vardır” deyince, o da bana katıldı ve barok dönem sanatçılarının da bunu söylediğini belirtti.

Viktorya ve Albert’le vedalaşıp yola düştüm. Karnım acıkmaya başlamıştı. Kahvaltımı-öğle yemeğimi Barbican’da yemeğe karar verdim ve Kensington’dan metroyla çufçufladım.
Barbican'da deneysel çalışmalar, 28 Haziran 2015, Londra.

19 Temmuz 2015 Pazar

Anneciiim

Mother F..ker with the Hat, National Theatre, 27 Haziran 2015, Londra.
Akşam National Theatre’ın son tiyatro oyunlarından birindeydik. National Theatre’in şaşırtıcı derecede sorunlu online satış sitesi beni bir önceki gece 1 saatten fazla kitlemiş olsa da değdi diye düşünüyorum. Tabii oyunu Cumartesi gecesi izlemek isteyince ve de başlamasına 24 saatten az süre kala bilet alınca, olabilecek en pahalı fiyatı kabul ediyorsunuz demektir. Site zaten çok az yer gösteriyordu. O anki en iyi yerleri almaya karar verdim ve kişi başı 55 pounddan aldım ama iki de 39’luk yer vardı ki onlar da tercih edilebilirmiş, zira salonda hemen her yerin görüş açısı iyi gibi duruyordu. Bilmediğim salonda risk almıyor, diğer deyişle kazıklanıyorum.
Veronica (Flor de Liz Perez) ve Jackie (Ricardo Chavira), Mother F. wit the Hat Oyununda, Londra
Oyunun adını söylemek birazcık ayıp. Zaten afişte kendileri de biplemişler. Cumartesi sabahı Pride öncesi biletleri kestirirken görevlinin “Hangi oyun içindi?” sorusuna “Mother F. with the Hat” cevabını veremedim: “E ee maadır ee ee -ya insanlar bu oyunun biletini nasıl kestiriyor yaa- …”. Neyse “A ok” cevabı hızlı geldi.

Oyun New York City’de geçen aşk ve tutku üzerine bir hikâye. Tony Ödüllerine de aday olmuş oyunun merkezinde uyuşturucu işinden girdiği hapisten yeni çıkan Jackie’nin (Ricardo Chavira) hayatını düzene koyma girişimleri var. Oyun boyunca aşk ve tutkunun New York City’nin en karanlık köşelerinden bile kendini nasıl açığa çıkardığına dair zekice sunulan akışı izliyoruz.
Ralph (Alec Newman), Jackie'ye (Ricardo Chavira) mentörlük yapıyor.


Yönetmen Tricycle Tiyatrosu’nun Sri Lanka kökenli İngiliz sanat direktörü Indhu Rubasingham. Kadroda ise Ricardo Chavira (Umutsuz Ev Kadınları dizisinde Eva Longoria'nın kocası Carlos Solis), Nathalie Armin, Lisa Caruccio, Alec Newman, Flor de Liz Perez ve Yul Vazquez var. Lisa ve Flor dönüşümlü oynuyorlar. Bizim temsilde Flor vardı. Oyunun yazarı ise Amerikalı Stephen Adly Guirgis. Kendisi 2015 yılında bir Pulitzer kazandı.

Pride’da hayli yorulduğumuzdan evde biraz dinlenip öyle çıkalım dedik ama benim evden National Theatre 10 dakikalık yürüme mesafesinde olmasına rağmen, koşarak ucu ucuna yetiştik; girdiğimizde salon tamamen kararmak üzere loştu ve sanırım son oturanlar bizdik. 
Veronica ve Jackie, Veronica'nın evinde.
Yerimiz mükemmeldi. Sahne tasarımını ve bilhassa dekorları çok beğendim. Adından da anlaşılacağı gibi 90 dakikalık oyunda sayısız kez f. kelimesi geçiyor. O kadar ki bir ara metin sadece bundan mı ibaret diye düşünmedim değil. Bana biraz abartılı geldi ama karakterlerin bunu gerektirdiği de açık.
Ralph (Alec Newman), Jackie (Ricardo Chavira) ve Julio (Yul Vazquez), Jackie'nin kuzeni Julio'nun evinde.
Jackie 22 ay sonra hapisten cıkmış ve bağımlılıklarından arınmıştır. Mentörü ise AA’dan (Adsız Alkolikler Derneği) Ralph’tir (Alec Newman). Jackie çıkar çıkmaz elinde çiçeklerle büyük aşkı Veronica’ya (Flor de Liz Perez) koşar. Veronica’ya bir de iş bulduğunu söylemek için can atar. Ancak Veronica’nın Times Meydanı’ndaki küçük dairesinin girişinde gördüğü şapka işi bozar. Şapka kime aittir? Alt katta oturan adamın şapkasına benzemektedir. Böylece Jackie, Veronica’nın kendisini aldattığına inanır.
Veronica'nın sayısız kez küfrettiği anlardan biri...
Bu sahnede drama hocam Yalçın Boratap'ın beni sınıfa kapatıp "Kızım senin kırlara, dağlara çıkıp küfretmen lazım; rahat değilsin, kibar kalıyorsun." dediğini anımsayıp gülümsedim. Dediğini yapabildim mi? Maalesef hayır, hatalıyım o konuda.

Bundan sonra Jackie’nin tam bir kızgın boğa gibi oradan oraya koşturuşunu izliyoruz. Önce mentörü ve yakın arkadaşı Ralph’a koşar. Ralph kişisel gelişim kitapları okuyan, sağlıklı içeceklerle kafayı bozmuş biridir. Sonra Puerto Rico’lu kuzeni Julio’ya (Yul Vazquez) koşar. Julio ise son derece nazik ve şavaş sanatlarına çok ilgisi olan bir abimizdir.

Oyun gelişmeye başladıkça esasen kimin kimi kullandığı ve neye bağımlı olduğu ortaya çıkar.
Julio, işi düşünce ona gelen kuzeni Jackie'ye kızıyor.
Ben özellikle Ralph’in her şeyden haberdar kızgın karısı rolündeki Nathalie Armin’i ve başrol Flor de Liz Perez’i (Veronica) beğendim. Aslen Kübalı aktör Yul Vazquez (Julio) ise süperdi. Rolünün hakkını çok iyi verdi. Hal ve tavırları ile kostümü de çok uyumluydu karakteri ile.
Ralph ve karısı. Karısını canlandıran Nathalie Armin çok çok iyiydi.
Karakterlerin evlerinde geçen oyunda setler kayarak sahneye geliyordu. Set tasarımını yapan Robert Jones’un bu tercihi, karakterlerin geldiği sosyal sınıflar arasındaki farkın izleyiciye geçişini kolaylaştırdı bence. Oyunun yüksek tonu ve karakterlerin istikrarsız durumu ile de çok uyumlu bir sahne tasarımı olmuş doğrusu. Tak diye sahne kararıyor, farklı bir sahne geliyor, tak diye loşlaşıyor, üstten bir şey iniyor. Harikaydı! 
Veronica ve Jackie birbirlerini çok seviyorlar ama aşılması gereken bazı durumlar söz konusu.


Oyunda görebildiğim en belirgin sosyal özet, yakın arkadaşların, kanka tabir edilen insanların diğerinin mutluluğunu kıskanması, ilham ve akıl veriyormuş gibi yapıp aslında yanlış ve bulanık fikirler vermesi durumu. Aynen Ralph’in Jackie’yi Veronica’dan ayrılmaya teşvik etmesi gibi.  
Jackie'nin akıl hocası Ralph, Jackie'nin kendisi gibi mutsuz mu olmasını istiyor?
Oyunun sonu ise izleyiciye bırakılmıştı. Bazı ahlaki konular ülkemizden daha hassas ele alındığı için Batılı yazarlar pek suya sabuna dokunmamayı, izleyiciyi kendi vicdanı ile bırakmayı tercih edebiliyor. Bense yazarın perspektifini izlemeyi yeğlerdim.

Mother F..er with the Hat 20 Ağustos'a kadar National Theatre'da. Yolu Londra'dan geçenler bu hem eğlenceli hem düşündürücü oyunu kaçırmasın. Online bilet alacaklar aman deyim önce siteye üye olun, sonra almaya uğraşın. Site üye olmadan bilet alınabilecek gibi yapıp sonradan 'ay timeout oldu, tekrar deneyin' diyor. Dur bir üye olayım dedim, insan gibi satın alabildim.

Oyun sonrası Southbank’te güzel bir yemek yeyip gecemizi noktaladık.
Oyun sonrası Thames'te. Hava 9,5'tan sonra kararıyor malum.

12 Temmuz 2015 Pazar

Pride in London

Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra.  Askeriyenin LGBT'ye desteği ve Geçit Töreninde Karacılar.
İngiltere'de bağış bir yaşam biçimi. Konvoyun önünden giden görevliler
tam da o güne denk gelen "Silahlı Kuvvetler Günü" (27 Haziran) için bağış topluyordu.
Londra’dayken Pride’a denk gelmem iyi oldu. Rengarenk insanlar içimi açtı. Tabii bu kadar açılmaları gerekiyor mu bilemiyorum da. Özgürlükler, tercihler, hoşgörü…

27 Haziran Cumartesi sabahı Rıfat, Shakespeare’s Globe’un önünde bekliyordu. Koşarak aşağı indim vee Pride in London’a hazır mıyız? Hazırız. Motoru almayalım dedik ve Thames’den yürümeye karar verdik. National Theatre’nin önünden geçerken “Neden burada kahvaltı etmiyoruz?” dedim ve içeri daldık. Sandviç ve kahve harikaydı. Kışın da Canla buraya gelmiş, aynı yorumu yapmıştık.

Pride in London, Trafalgar Meydanı, 27 Haziran 2015, Londra. Trafalgar'daki festival alanındayız.
Merdivenlere oturmak istiyoruz ama merdivenlerin engelliler için olduğu belirtiliyor.
Oturanlar arasındaysa fiziksel engelli göremiyoruz.
Yürüyerek Trafalgar’a geçtik ve festival alanına giriş yaptık. Normalde giriş bedava ama isteyenler bağış yapabiliyor, biz de ufak bir bağışta bulunduk. Ortam güzeldi; her şey güzelce düşünülmüş, sunucular ünlü TV yıldızlarından seçilmiş, STK’lara özel standlar ayrılmış, müzikler özenle seçilmiş. Dışarı içki çıkaramıyorsun, plastik şişede ve kapağı açık olarak içeride satın alabiliyorsun.
Pride in London, Trafalgar Meydanı, 27 Haziran 2015, Londra.
Rengarenk bir dünya söz konusu tabii. LGBT’nin en klas giyimli, tarzlı örneklerini güzelce inceleme fırsatı bulduk. Festival alanındaki şu mizansen çok yaratıcıydı. Suudi Arabistan’da yaşanan kadın zulmü ve LGBT'ye bakışı protesto için poşi takmış bir dostumuz kendini kırbaçlatıyordu. Hümanist! insan grubu önce “Emin misin, kırbaçlayacak mıyız gerçekten seni, bak vuruyorum, acımadı mı?” filan diyerek çekimser kalsa da aşağıdaki fotograftaki hanım kızımız kırbaçlama mizanseninden çok zevk aldı. Ben “Oha cidden vuruyor, hey whats gonna now, o kadar da uzun boylu değil hanım hanım!” diye bağırsam da Rıfat “Zaten siyah takılıyor bu arkadaş, belli belli.” diyerek olaylara hakimiyetini vurguladı.
Pride in London, Trafalgar Meydanı, 27 Haziran 2015, Londra.
Ziyaretçiyi de katkı vermeye davet eden bir protesto biçimi.
Hava sıcaktı. Güneşe gelemediğimden, gölgelik bir yer arayışına girdik; zaten o sırada geçit resmi Trafalgar’a ulaşmak üzereydi ve festival alanından çıkıp konvoyu görebileceğimiz iyi bir yer bulmak için yürümeye başladık. Çok çok kalabalıktı, buna rağmen bir kişi dahi çarpmadı ya da ayağıma basmadı (genelde başıma gelen bu).

Geçit töreni dünyadaki tüm ulusların bayraklarını taşıyan grup ile başladı. Bunun da amacı tüm dünyadaki LGBT ile dayanışmayı vurgulamak.
Pride in London Geçit Töreni, bayrak taşıyıcıların liderliğinde başladı.
Kareye Türk bayrağı da girmiş.
Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra.
Konvoyda akla gelebilecek her tür devlet ve özel sektör kurumları ile STK'ları görmek mümkündü.

Sherlock'un Baker Street'ten Whitehall'a, oradan Oxford Street'ten Regent'a ve sonrasında Piccadilly Circus üzerinden Trafalgar Meydanı'na ulaşan yürüyüşe 250'den fazla grup ve 30 binden fazla insan katılmış. Londra'da şimdiye kadar gerçekleşen yürüyüşlerin en büyüğü olduğu söyleniyor.
Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. Beckham ve kankaları.
Pride'ın sponsorları arasında Barclays, Citi, Prudential, Reuters, Ryman, Tesco, Londra Belediyesi ve Starbucks gibi kuruluşlar var. Bu da Pride'ın burada ne kadar kurumsallaştığının ve sahiplenildiğinin göstergesi. İstanbul'da ise aynı gün polisler ve tomalar iş başındaymış maalesef.

Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra.
Birleşik Krallık Silahlı Kuvvetleri: Denizciler, Karacılar ve Havacılar.

Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. Kraliçenin makyajını çok tuttum.
Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. Dans, dans, dans...
Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. Starbucks çalışanları Pride'a destek veriyor. #ExtraShotofPride.
Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. #RidewithPride: Londra Ulaşım Kurumunun (TFL) Pride'a desteği.


Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. Stonewall geliyor. Stonewall uzun yıllardır gay, lezbiyen ve biseksüel insanların eşit ve adil çalışma koşulları için çalışan bir STK.

Pride in London, 27 Haziran 2015, Londra. Polisler, siz hep böyle kalın. Kafataslarınız ne kadar ağır, hep merak ederim.


Tabii normalde bu halde Trafalgar’a yürümek zor, bu tarihi anın tadını çıkarmanıza sevindim.
Londra İtfaiyesi de Pride'a destek oluyor. Bir Teşkilat personelinin bir diğerinin sırtına atlayışı da karelere girmiş.
Konvoyun hemen tamamını izledikten sonra Leicester’da dondurmaları hüpletip Southbank tarafına döndük. İnsanlar güneşe selam eder gibi çimlere yayılmışlardı, örtüsünü getiren, sırt çantasını alan Thames’e koşmuş gibiydi. Hatta bikini ve mayoları çekmiş uzanan, bayağı plaj havası yaşayan çiftler vardı. Biz de güzel bir gölgelik bularak az biraz çimledik.
Pride yürüyüşü için birçok ana yol kapalıydı. Pride'a bizden bu kadar.
Akşam ise National Theatre’dayız.

5 Temmuz 2015 Pazar

V&A

Londra’daki favori müzelerimden biri, bizim Viktorya ile Albert’in müzesi (V&A Museum). Öyle ki bu seyahatimde iki kere gittim.
Bashaw, Matthew Cotes tarafından 1832-1834 yılları arasında yapılmış. V&A Museum, 25 Haziran 2015, Londra.
Bu newfoundland türü köpek, Dudley Kontu tarafından sipariş edilmiş ancak Kont maalesef heykel bitmeden vefat etmiş. Adı 'Bashaw' ise 'paşa'dan geliyor. Büyük titizlikle Matthew Cotes'ın Londra'daki stüdyosunda yapılan heykel, renkli mermer, taş ve bronzdan yapılmış. Minderden ona tıslayan yılana dikkat.



























Biliyorsunuz Viktorya ile Albert kuzenler ama 9 tane de çocukları olmuş! Belli ki “Kuzen ne haber?” derken olan olmuş.
V&A Müzesi girişi, 25 Haziran 2015, Londra.

Burası Güney Kensington’daki müzeler bölgesinde yer alıyor. Resmi açılışı Kraliçe Viktorya tarafından 1857 yılında yapılmış.
George Frideric Handel, heykel Louis François Roubiliac'a ait, 1738. V&A Museum, 25 Haziran 2015, Londra.
Sonradan İngiliz olan besteci Handel'in gerçek boy mermer heykeli dönemin girişimcisi Jonathan Tyers tarafından Roubiliac'a sipariş edilmiş. Heykelde Handel'i günlük kıyafetlerle görüyoruz; gömleği iliklenmemiş, ayakları bilibili, terlikleri gligli olmuş, şapkasına ise hiç girmiyorum. Yanındaki çocuk notaları bir viyolanın sırtında yazıyor. Dikkatli bakarsanız yerde de obua ve flüt var. Handel elinde lir dikkatlice kendi müziğini dinliyor. Heykele aşık oldum diyebilirim. Güzel çerçevelenmiş, 'S' formunda bir heykel olarak tasarlanmış.Öyle ki Handel'in hırkasının inişi bile buna göre verilmiş.

Dünyanın en büyük sanat ve tasarım müzesi. Yaklaşık 150 galeriden ve milyonlarca parçadan oluşan bir koleksiyonu var. Resimler, baskılar, seramikler, heykeller, mücevherat, tekstil, mobilya, metal ve cam işleri, moda, fotoğrafçılık, güncel sanat ve daha neler neler… Nefis bahçesi ile restoranı ise cabası. Bayağı hoşuma gidiyor. 
V&A'deki Tiyatro ve Sahne Sanatları Turundan, 1969 tarihli Finlandiya'da basılmış bir poster: "Can you work out the 13 Beatles song titles hidden in this poster?"






















Kalıcı koleksiyonunun yanı sıra bünyesinde devamlı olarak geçici sergilere de yer veriyor. İngiltere’de müze girişleri ise bedava (genelde kalıcı koleksiyonlar için geçerli), o kısmını hızlı geçiyorum.
Tiyatro ve Sahne Sanatları Turu, V&A Museum, 25 Haziran 2015, Londra.

Perşembe öğleden sonra birkaç rehberli tur için V&A’deydim. Önce bir giriş turuna katılıp ısındıktan sonra V&A’in tiyatro, sahne ve performans sanatları koleksiyonunu anlatan 1 saatlik tur ile devam ettim. Bu koleksiyon gerçekten çok güzel, rock ve pop starların posterleri, tiyatro ve bale kostümleri, kuklalar, setlerden görüntüler ve en önemlisi gösterimdeki Aslan Kral’dan kostümler. Ay çok heyecanlı! 
Rüzgar Gibi Geçti setinden Clark Gable ve Vivien Leigh, fotograf Clarence Sinclair Bull'a ait, 1939.
V&A Museum, 25 Haziran 2015, Londra. Çok beğendim bu fotografı.
Solda da Leigh'in 1935'te West End'de sahne aldığı "The Mask of Virtue" programı duruyor.


























Bu koleksiyon, 1920’lerde bir koleksiyonerin tiyatro koleksiyonunu Müzeye bağışlaması ile oluşmuş. Sahne sanatlarının hem dününü hem de bugününü bulabileceğiniz bir vaha. Gezdiren rehber Amerikalı bir müze çalışanıydı, güzel anlattı.
Tipografik poster örneği, Covent Garden Operası'nın 1948 tarihli program posterinde
pazarlama anlamında görsellikten ziyade kreatif takımın üzerinde durulmuş. Tek görselliğin
posterin üst kısmında kullanılan perde motifi olduğunu görüyoruz.
Bu poster bana sade ve anlaşılır geldi, multimedia'yı oldum olası sevmem zaten.
Posterlere bayıldım.

Kylie Minogue’nin 2007 Showgirl: Homecoming Tour'undaki soyunma odasının replikası. Ayakkabılarına bakın ne kadar minnoş. Konser öncesi bu odada 2 saat geçiriyormuş. Bu odada görülen tüm eşyalarını da her tura mutlaka götürüyormuş. Koltuğuna serdiği kuzu postu ve kız kardeşi Dannii'nin rujla aynaya yazdığı bol şans mesajına kadar yapmışlar. Ruj ve ayna korku filmlerini anımsatsa da ortam çok şirin.
Kostümleri giyerek zaman makinesine girebilir, o çağlara gidebilirsiniz. Çalışma masalarında kendi çizimlerinizi yapabilirsiniz. Harika bir müzecilik anlayışı.
Kuğu Gölü Balesi'nin set tasarımını 1964 Viyana yapımı bir Kuğu Gölü kostümü (Odile bunu muhtemelen 3. sahnede giydi) ile birlikte göstermek istedim. 1987 prodüksiyonu Kuğu Gölü'nün sahne tasarımı Yolande Sonnabend'e ait.
Hareketsiz duramıyorum, ekşın ekşın dıkşın dıkşın!

Mick Jagger'ın Rolling Stones'un 1972 Avrupa Turu'nda giydiği kadife tulum muhteşem. Ne kadar ince ve dar bir insan ki bu kostümü sergilemek için müze tarafından uygun manken bulunamamış ve özel olarak yaptırılmış. Kıyafet, 60-70'lerin meşhur tasarımcısı Ossie Clark'a ait. Jagger'ın fotografta görülen kemeri maalesef müze koleksiyonuna ulaşmamış. Diğeri ise Coldplay solisti Chris Martin'in Fransız devrimci üniformalarına öykünen Stella Mccartney ve Sara Jowett tasarımı ceketi. Ceketin tasarımcıları arasında Coldplay'in de sayılması grubun her şeyin felsefesine ne kadar girdiğinin göstergesi aslında. Martin, bu ceketi 2008 tarihli Viva La Vida albümlerinin teması kapsamında uzun süre kullandı.
Aslan Kral’ın, kostümlerinin de müziklerinin de hastasıyız. Scar (Mufasa'nın şerefsiz kardeşi) ve Sarabi'nin (Simba'nın annesi) 2010 tarihli orijinal kostümleri karşımızda. Kostüm tasarımı müzikalin aynı zamanda yönetmeni olan Julie Taymor'a ait. Bunları giyip bir de nasıl dans ederek şarkı söylüyorlar ki? Zor iş…


Pandomim sanatçısı Harry Randall'ın seyahat makyaj kutusu, 19. yy. (1840-60). Gümüş, deri, pirinç karışımı süper kalite bir kutu. Solundaki kitap ise sahne makyajı tüyoları veriyor ve 1914 tarihli.


Benjamin Britten'ın yozlaşma ve masumiyet konularını tartışan ünlü operası Kötülüğün Döngüsü'nün (The Turn of The Screw) İngiliz Ulusal Operası'nın 1979 yılındaki Jonathan Miller tarafından yönetilmiş olan prodüksiyonuna ait setin bir modeli. Kötülüğün Döngüsü çok önemsediğim bir opera olduğundan ilgimi çekti. Zemin verev olarak orkestranın da üzerini geçecek şekilde kullanılmış ve böylece temsili seyirciye daha da yaklaştırmış.
2011 yılında rejisörlüğünü Aytaç Manizade’nin yaptığı temsili Süreyya'da izlemiştik. Karşılaştırma adına bizimkilerin sahne tasarımına göz atmak isterseniz tıklayın.

Çıkışta bahçede oturup bir şeyler yedim. Sonrasında Müzenin çok orijinal bulduğum bir müzikal etkinliğine katılmak istedim ama önceden rezervasyon gerekiyormuş. V&A Avlu, 25 Haziran 2015, Londra.

Bazılarımız "müze" deyince şöyle bir durabiliyor ama bunun gibi hoş vakit geçirten, hem öğretici hem eğlendirici müzeler de var. Aklınızda olsun.