25 Ocak 2012 Çarşamba

Hirst, beni yakalayamaz!

Hirst’ün 8.601 elmasla kapladığı, 18. yy. gerçek kafatası, 100 milyon dolara satılmıştı, 2007

Hapşuuu! Damien Hirst’ü anlamak için önce bir hapşırmak gerekiyor ki sinüsler, damarlar açılsın, zihin sallansın…

Kapoor, Slant Ring, 2008,
10 edisyon
Bir sanatçı için, kendisinden bu kadar çok nefret eden ve bu kadar çok seven insan kitlesi ile baş etmek, umursamıyorsa da bunu bilerek yaşamak nasıl bir his acaba? Ben ikinci kitleye birazcık gıcık olma efekti ile birlikte giriyorum. Kendisiyle ilgili haberlere heyecanlanıyor, ne yapmış derhal bilmek istiyorum. 

Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde, satışı da olan bir takı sergisi açıldı. Öyle bir sergi ki, Damien Hirst, Anish Kapoor, Marc Quinn, Tim Noble, Sue Webster, Alexander Calder ve Claude Lalanne gibi kendi yüzyıllarına çoktan damga vurmuş modern sanatçıların, heykeltraşların tasarladıkları takılar… Biri hariç hepsi İngiliz, Anish de Hint kökenli malum.

Sergi, ikisi çanta olmak üzere toplam 35 parçadan oluşuyor ve Hirst’ün sadece bir adet bileziği var. Sırf onun için gittim, çok az da Kapoor için. Takılar çok değerli mücevherler haline gelmemiş, bilhassa değerli taş kullanılmamış ama tabii mini sanat eserleri halinde olmaları çok heyecan verici. Direkt erişiminizdeler yani. Hirst’ün bir bileziği, Kapoor’un bir yüzüğüyle dolaşmak ya da Calder’in (sergide eseri olup vefat etmiş tek sanatçı) bir broşunu taşımak çok havalı… Bilenler takı ile çok aram olmadığını bilir ama tasarım söz konusu olunca, iş değişiyor; sergideki tüm parçalara dokundum, inceledim, taktım.
Hirst, Pill Charm Bracelet, 2004, 50 edisyon
Çoğularına göre kötü, bana göre cici/gıcık çocuk Hirst ne yapmış? Tahmin etmek zor değil: Kendisinin ilaç-eczane serisine atıfta bulunan, bol haplı bir bilezik; bileziğin imzalı olması ayrı bir olay zaten. "Hirst! De bana: 'Ölsek mi yoksa ilaçlarla yaşasak mı ya da ilaçlarla sürünerek, ölümüne mi yaşasak?'” “Dünyanın yaşayan en zengin sanatçısıyım, 388 milyon dolarım var benim, sen ne konuşuyorsun?” dersen, de…

Geçenlerde de Gagosian’ın tüm dünyadaki 12 galerisinde aynı anda başlatılan meşhur benek serisi “The Complete Spot Paintings 1986–2011” merhaba dedi. Sergi çıkışında ziyaretçilere, kendilerinin boyamaları için benek kiti hediye ediliyor. Adama kızamıyorum, çok cins çünkü… Sergilediği beneklerin bir kısmını asistanlarına boyattığı biliniyor, kendisi de "ne var ki bunda" dedi zaten. Vatandaşı David Hockney de bunu bir güzel eleştirdi.

Aslında Maya Portakal’ın yerinde olsam, sergiye sinsice, en az bir adet de Hockney tasarımı alır, tam da Hirst’ün bileziğinin yanına koyardım, maksat sanat kardeşliği…

Hatta David Hockney’nin birkaç hafta önce Londra Royal Academy’de başlayan yeni sergisinde "All the works here were made by the artist himself, personally." yazan bir poster varmış. Helal olsun, o da oradan atacak taşını tabii, her horoz kendi çöplüğünde... Ama Hirst’ün horozu bile yumurtluyor, o başka…

Sergi fikri, Londralı galerici Louisa Guinness'den alınmış. Son gün 28 Ocak…

11 Ocak 2012 Çarşamba

Başkent Günlüğüm

Bir süredir yazamadım. Nedeni Anneannem, canım. Genç bir 90 yaşlı... Zihni berrak, ruhu hep genç insan.

İlkleri ve sonları onun evinde yaşadım. İlkokul ve üniversite... İlkokul bölümünde, karelerde daha çok büyük düşünür teyzem olsa da, üniversite komple Anneannem. Önceleri hiç anlaşamadık, ‘geldin gittin, geç geldin erken gittin’den değil. Onun deyişiyle; ‘geç yattın, enterneti kapatmadın, yemeğin suyunu niye yemedin, gelen komşu kankalara neden surat astın, bu kadar çok ayakkabı neyine’ nedenleriyle... Neyse sonra salona açılan odadan, salona açılmayan odaya geçtim de sorun bir nebze azaldı. Gerçi antre kapısını kapatsam dahi, komşu uğultusu hala beynimde ya... Apartmanın kahvesi bizim ev yani. Hoş benim ses hassasiyetim de biraz yüksek.

İşte zihnimde bu sahneler, durduramadığım bir hızla birbirini kovalarken, 2012’ye girmemize az kala, hastanede Anneannemin yanındaki koltukta oturuyordum. Sol yanımda beni “İyi ki geldiniz, yeni yıla birlikte gireceğiz.” (!) diyerek karşılayan, kayınvalidesinin refakatçisi Nazife Hanım. Kayınvalidesi önceki gece düşüp kalçasını kırmış ve ameliyattan yeni çıkmış, narkoz etkisinde, ameliyat başarılı. Daha ileride ise ‘Sözcü Gazetesinden başka gazete yok Türkiye’de’ diyen, ‘Refakatçim yok benim’ diye hatırlatan ve zor nefes almasına rağmen çok muhabbetçi Gülümser Hanım.

Anneannem beni görünce gözleriyle konuştu, kelime etmedi. Önceki gecenin refakatçisi küçük teyzemden detayları öğrenip yanında yerimi aldım. İlk dikkatimi çeken, son gördüğümden beri artan kahverengi yaşlılık lekeleri oldu, fazla hızlı artmışlardı. Ama yine de tam bir yumoştu. Burnundaki oksijenin yeterince üfleyip üflemediğini kontrol etmemi istedi. Gece boyu ve sonraki günün öğlenine kadar rutin olarak bunu istedi zaten, tik gibi. Kontrol ediyoruz, ince hortumların iki kulağının altında geçtiğini de teyit edip, başının arkasındaki klipsinden hafifçe sıkıyoruz. Eğer bunu gündüz vakti yapıyorsak, kontrolden sonra “Saçımı düzelt” komutuyla saçını düzeltiyoruz, sorun olmadığını söylüyoruz. Bundan daha uzak sekanslarla, kuruyan dudaklarına bepanthen sürüp hiç beyaz kalmadığından emin oluyoruz. Arada da kendisine bağlı serumu birlikte dikkatle inceliyoruz, incelememe şansımız yok, hiçbir şey kaçmıyor. “Bu serum çok yavaş akıyor, şimdiye çoktan bitmeliydi” komutuyla kendimi kat hemşiresinin yanında buluyorum. Kadın bir bakıyor, ‘hastamız haklı, 6 saat içinde bitmeli’ diyerek hızlandırıyor. Bunun dışında, gece boyu içimiz kıyılırsa, bisküvi-süt ya da bisküvi-su kombinasyonları için yatakta zor zor doğruluyoruz, yatmaktan ağrıyan bacaklara masaj yapıyoruz.

Benimle uzun süre monolog şeklinde konuşan Nazife, yeni yıla iki saat kala ‘televizyonu açalım mı’ deyip yanıtı beklemeden açtı, karşımızda Kibariye kırmızı bir elbise içerisinde. O anda Gülümser, “Ay canım Kibariyem benim, ben seni çok seviyorum. Baksanıza ne kadar da zayıflamış, evladım biraz sesini açar mısın?” dedi. “Tabii” diyerek ayağa kalktım, birazcık açtım, yerime dönmemle Anneannemin kaş göz hareketleriyle karşılaştım. Ben de aynı kaş gözle “Hayırdır?” etkisi yaratmaya çalışsam da aynı anda “Sesini kıs, rahatsız oluyorum.” dedi. Tekrar gittim, Gülümser’den özür dileyerek eski haline getirdim ve oturdum. Nanosaniyede Gülümser “Zeyneeeep, yavrum bir bakar mısın?” diye çağırdı. Bu tempoda nedense Nazife’nin olaylara hiç karışmadığını, stabil durduğunu fark ettim. Neyse, Gülümser’in de içi kıyılmış da, çok sevdiği poşetli hastane ekmeklerinden yaptığı depoyu (çekmece) gösterek bir tane rica etti. Yerime döndüğümde Anneannem, “Gülümser çok konuşuyor, fazla kulak asma, bir de televizyonu kapatır mısın, rahatsız oluyorum” deyince, aralarının olmadığını anlamış oldum. O arada Nazife’nin kayınvalidesi birden “Emine, Emine!” diye bağırmaya başladı. Nazife de “Emine yok, Nazife ben” diye cevap verdi. Kayınvalidesi sonra “Nazife, Hayati, Hayati!” ya da “Hayati nerde?” diye bağırmayı sürdürdü. Nazife de “Hayati evde, Hayati evde.” diye karşılık verdi. (Nazife’nin gece boyu kayınvalidesiyle rutini bu idi. Her bağırmanın akabinde ise kayınvalide ve kayınpederiyle ilgili detayları benimle paylaşmayı ihmal etmedi. Meğer Emine, bakıcısı, Hayati de kocasıymış. Kocasına çok düşkünmüş. “Beş senelik bakıcısı Emine’yi de benden çok seviyor.” dedi.) Tekrar kalkıp Gülümser’e ve bu sefer televizyon hassası Nazife’ye de açıklamalarımı sunarak televizyonu kapattım. Televizyon hassasından bir tık ötede olabilir, çünkü en son "Bu televizyonda Kanal D yok, Hüseyin gelsin, onu bulduracağım." diyordu.

Sonraki aşamada, Nazife’yle Gülümser’in arasının olmadığını anlamam uzun sürmedi: Yerime yeniden oturmamla (bu arada oda epey geniş bir oda), Gülümser’in “Eh televizyon kapandı, sakınca yoksa ışıkları kapatabilir miyiz evladım?” demesi bir oldu. İlk kez Anneannem kayıtsız kalırken, bu sefer Nazife, Gülümser’in duymayacağı şekilde “Yok yok, sakın kapatma, biz oturuyoruz.” diye benden ricada bulundu. Artık ben de kayıtsız kaldım. Yarım saat sonra da ışıkları kapatmayı teklif ettiğim Nazife’nin zaten uyumakta olduğunu fark ettim.

Hastane odamızın sosyal ortamı böyleydi işte. Bir de gece belirli bir saatten sonra gelen Hüseyin var. Nazife’nin kayınvalidesi için tuttuğu, gündüz o hastanede görevli, geceleri de isteyenlere hasta bakıcı. Adam doktor kadar bilgiliydi, hemşireler gelişiyle “Hüseyin Abi, Hüseyin Abi” diyerek sevindiler. Bizim odanın sonraki tüm hemşirelik faaliyetlerini o üstlendi. Anneannemin de Hüseyin’in gelişinden çok memnun olduğunu hissettim. Nitekim, hastaneden ayrılırken, bende de Nazife, Gülümser ve Hüseyin'le kırk yıllık ahbapmışım hissi hakimdi.

Ertesi gün görevi dayımla yengeme devretmeden evvel Anneannemle özel koltuğunda, koridorda mini bir gezintiye çıktık ve 1 Ocak 2012’de Ankara’ya yayan lapa lapa kar eşliğinde Anıtkabir’i izledik. Çok güzel bir andı...

Yeni yıl sabahı Ankara, 2012